Tarih tekerrürden ibarettir derler. Bugün yaşadıklarımızı anlamak için geçmişe bakmak, ders almak gerekir. Çünkü biz bu senaryoları daha önce de defalarca izledik.
1950 yılında Demokrat Parti iktidara geldiğinde halkın büyük desteğini almıştı. İlk beş yıl boyunca, yani 1955’e kadar, Türkiye çok önemli adımlar attı. Ekonomi toparlandı, özgürlükler genişletildi, halkın refahı arttı. Ancak 1955’ten sonra yönetimde aksaklıklar ve küçük tökezlemeler başladı. Ve 1960’a gelindiğinde artık seçmen desteğiyle gitmenin mümkün olmayacağı anlaşılmıştı. İşte o andan itibaren, provokasyonlar devreye girdi.
Hatırlayın, “Üniversiteli gençler kıyma makinelerinde kıyıldı” söylentileri dilden dile dolaşmaya başladı. Oysa bu iddiaların elle tutulur bir tarafı yoktu. Yine de toplumda panik yaratmaya yetti. Öğrenci olayları tırmandı, bir başbakan konvoyu taşlandı. Yani anlayacağınız, 27 Mayıs 1960 darbesine zemin bilinçli olarak hazırlandı. Ve daha da garibi, bu utanç verici darbe, yıllar boyunca “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olarak kutlandı.
Bu gelenek (!) sonraki yıllarda da sürdü. 1971, 1980, 1997 ve 2007… Her on yılda bir, ya doğrudan ya da dolaylı yollardan, demokrasiye müdahale edildi. Ve her darbe, Türkiye ekonomisini sarstı; halkın iradesine ağır darbeler indirdi. Hukuk devleti olma yolundaki umutlar her seferinde biraz daha törpülendi.
Peki neden? Çünkü Türkiye, tam anlamıyla demokratik bir hukuk devleti olamadı. Ne iktidarlar ne de muhalefet bu yolda samimi adımlar atmadı. Hiçbir siyasi parti, halkın doğrudan iradesini yansıtan bir sistem için ciddi çaba göstermedi. Ne yazık ki, bugüne kadar meclise bu yönde bir önerge dahi sunulmadı.
Demokrasiden korkmak, halktan korkmaktır. Çünkü bazı yöneticiler, halkın sandıkla vereceği karardan değil, o koltukları kaybetmekten korkuyor. Ancak bu koltuk sevdasının bedelini halk ödüyor. Hem de çok ağır biçimde…
İhale yasasında şeffaflığı neden bir türlü sağlayamıyoruz? Çünkü açık ve şeffaf bir sistemde yolsuzluk yapılamaz. “İhaleye fesat karıştırma” gibi tabirler birer alışkanlığa dönüştü adeta. Siyasi partiler, milletvekili adaylarını genel başkanların iki dudağı arasından belirliyor. Halk ise sadece listelere mühür basmakla yetiniyor.
Oysa demokrasi; halkın kendi adayını seçebildiği, temsilcilerinin hesap verebildiği, kurumların bağımsız çalışabildiği bir düzendir. Ve ancak böyle bir düzende hukuk devleti kurulabilir. Sosyal devlet inşa edilebilir.
Bugün bu ülkede yolsuzlukların, hırsızlıkların, dolandırıcılıkların bitmesini istiyorsak, mücadelemizin temel talebi “Tam demokratik bir ülke” olmalıdır. Seçme ve seçilme özgürlüğümüzün önündeki tüm engeller kalkmalı; halk gerçek anlamda söz sahibi olmalıdır.
Gerçek değişim, sadece yeni bir hükümetle değil, yeni bir anlayışla mümkündür. Demokrasi sadece bir sandık değil, bir kültürdür. O kültürü oluşturacak olan da yine bizleriz. Unutmayalım: Tam demokratik bir ülke olmadan, ne hukuk işler ne de adalet yerini bulur.