Değerli okurlar, belediyelerin vatandaşa hizmet etmek, destekçisi olsun yada olmasın, herkese eşit vatandaş gözüyle bakıp, en ince ayrıntıyı göz ardı etmeden, bütün vatandaşlara eşit olarak hizmet götürmek asli görevidir.
Bu özetlemeden buyrun; “Kocakarı İle Ömer”… şiirine.
Yoksulluk ve adalete dair vurguların, merhamet ve sorumlu siyaset talebinin yan yana iki nehir halinde aktığı Mehmet Akif Ersoy’un, “Kocakarı ile Ömer” adlı şiiri ile zülfü yâre biraz dokunmak istedim…
Hz. Ömre (r.a) Dönemi (634-644)
Sahabilerden Hz. Abbas, karanlık bir gecede dolaşırken Müslüman toplumun emiri Hz. Ömer’le karşılaşır. Selamlaşmanın ve hâl hatır sormanın ardından, birlikte bütün mahalleleri, sokakları gezip şehri kolaçan ederler. Şehrin dış mahallelerinden birinde, torunlarıyla birlikte açlık ve sefalet içinde yaşayan yaşlı bir kadının çadırını görürler. Selam verip içeri girerler. İki gündür bir şey yemeyen çocuklar açlık nedeniyle feryat etmekte, kadın da bir köşede, içinde taşlar olan bir tencereyi karıştırıp durmaktadır. Evde yiyecek bir şey yoktur ve kadın, anne ve babaları da olmayan çocukları oyalamaya çalışmaktadır.
Gelenlerin kimler olduğunu bilmeyen kadın, çocukların niye ağladığı sorulunca, çektiği sıkıntı ve sefaletten dolayı halifeye lanet eder, beddualar yağdırır. Bu durumdan halifenin haberdar olamayacağı şeklindeki bir mazereti de kabul etmez. Ona göre halife, kendi yönetimi altında bulunan bütün insanların durumu hakkında bilgi sahibi olmalı… Bu sözler üzerine çok üzülen ve sorumluluğunun ne kadar büyük olduğunu bir kez daha kavrayan Hz. Ömer, Hz. Abbas ile birlikte hemen hazineye doğru yol alır…
Hz. Abbas’ın itirazlarına rağmen, kendisi bir çuval unu sırtlanır. Biraz da yağ alırlar. Hz. Ömer(ra), kan ter içinde kalarak kadının çadırına tekrar gelince çabucak bir ateş yakıp yemek pişirir ve kendi elleriyle çocukları doyurur. Kadına, ertesi gün emarete gitmesini de söyler.
Kadın, öğleden sonra emarete gelir. Halifenin, dün gece çadırına gelen adam olduğunu bu sırada öğrenmiş olur. Kendisine maaş bağlanır. Hz. Ömer, kadından kendisini bağışlamasını ister.
Bu, belki çoğu insanın bildiği bir hadisedir ama: Yaşlı kadının bazı sözleri, devleti yönetenlerin halka nasıl davranmaları gerektiği konusunda güçlü bir ikaz özelliği taşımaktadır.
“Ya ben yetim avuturken, Emir uyur mu gerek?” sözleri…, yoksulluğun giderilmesi ve halka sahip çıkılması konusunda: Zavallının işi çokmuş!.. Nedir, muharebe mi? …
Halka kulak vermek, halkın içinde olmak, halkın isteklerini daima dikkate almak gerekmektedir. Üstelik açlık ve yokluk, başka hiçbir insani sıkıntıyla mukayese edilebilecek durumlar değildir. Ülkeyi – şehirleri yönetenler en zorlu koşullarda bile bir eli yağda bir eli balda yaşarken içimizde, dibimize yüz binlerce insan hayatını devam ettirebilmek için bile büyük bir çaba sarf etmektedir. İş, aş…ve adalet vaatleriyle iş başına gelenler, sadece kendi mevki ve ikballerini düşünmekten vazgeçmeli, halkın çağrı ve çığlıklarına kulak vermelidirler.
“-Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver…” dizesi, bunlardan biridir. Buna karşılık, kadının gidip halifeye durumunu arz etmemesi de mazur görülmekte, “dilencilik yapmamasına içten içe bir değer… Bu tabloları görmesi gerekenler, yöneticilerdir; durumdan haberdar olmamak bile suçu, kusuru, yetersizliği hafifleten bir mazeret olamaz. Nitekim kadın; “Ölür de yüz suyu dökmem sizin Halifenize!..” ahh ile İçini çekip söylemesi…
Hz. Ömer, “Haklısın, teyze!” diyerek çocukları biraz daha avutmasını istemiş, içi içini yiyerek Abbas’la birlikte dışarı fırlamış zahire ambarına gidip Abbas’la birlikte alacaklarını almış ve tekrar yola koyulmuştur. Onun bu yaralı hâlini gören ve yükün yaman olduğunu da bilen Abbas, bir ara çuvalı kendisine vermesini istemişse de şu cevabı almıştır:- Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın: Vebâli kendine aiddir İbni Hattâb’ın. Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin? Yarın, huzûr-ı İlahîde, kimseler Ömer’in Şerîk-i haybeti olmaz, bugünlük olsa bile.
Ey yöneticilerimiz: Bu olay sırada Hz. Ömer’in ağzından söylenen şu unutulmaz mesajı dilinizde değil, kalbinize kazıyınız…:
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu
Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!
Bu şiir büyük bir “sosyal adalet” çağrısı ve “siyaset bilimi” metni olarak da okunabilecek bir şiir... Lütfen buraya dikkat edin? İçinden geçilen zorlu zamanlar ne olursa olsun, bir çatışmayla değil, merhamet ve af isteğiyle, güzel bir sonla nihayete erdirilmelidir.
Akif’in bu şiirinde; toplumsal bir sorun fark edilmiş, çözümü için çaba sarf edilmiş, adalet mekanizması işletilmiş ve gereken dersler alınmıştır.
Vurdumduymazlık değil adalet, çatışma değil birliktelik, kibir ve küstahlık değil merhamet kazanmıştır. Kadının, aslında halkın sesiyle, sözüyle, beklentisiyle, uyarısıyla biter şiir:
Böyle göster fakat adaletini.
Şiirin mutlu bir sonla bitmesi de anlamlıdır.
Mesajları açık ve doğrudan verilmiştir.
Bugün de sosyal devlet ve adalet, gelir dağılımı, yokluk ve yoksulluk gibi konular toplumsal yaşamın en çok öne çıkan konu başlıklarıdır. Küreselleşen vahşi kapitalizm yüz binlerce, milyonlarca insanı büyük acıların, çaresizliklerin, trajedilerin kucağına itmektedir.
Savaşlar, göçler, yoksulluk her geçen gün büyüyen bir sorunlar yumağını çıkarmaktadır karşımıza.
Hala sokaklarda yatan ve bir dilim ekmeğe muhtaç insanların sayısı sürekli artmaktadır.
1380 yıl önce yaşanan “Kocakarı ile Ömer” şiirindeki itiraza, eleştiriye, sorumluluk bilincine, vicdana, merhamete, insanî değerler manzumesine olan ihtiyaç bugün de aynı sıcaklık ve şiddetle kendini hissettirmektedir. Yıl 2018, yaşadığım şehirde yüzün üzerinde acil yardıma muhtaç aile olduğunun bilgisi; bir STK benimle paylaştığı için biliyorum. Demek ki, kıssa hâlâ orada durmaktadır, hisse ise kendisine kulak verecek kişileri beklemekte…
‘Büyük’ yada küçük belediyelerin asli görevleri olan:
Yol yapmak,
Bozulanı düzeltmek,
Alt ve üst geçitler yapmak,
Kanalizasyon, su işleri…
Kaldırım ve refüj çalışmaları…
Park ve bahçe, temizlik işleri…
Bunlar büyük yada küçük olsun, belediyelerin asli, temel belediyecilik işleri değil mi?
Belediye olmanın anlamı zaten bu…
Büyük ya da küçük belediyelerimiz, temel görevlerini yapıyorlar diye, çok büyük işler başarmışçasına, halkın çok sevdiği insanlar yaygarasını yapanlar ve bunları elleri çatlarcasına alkışlayanlar… ağzı yırtılırcasına haykıranlar…
Belediyelerin asli görevlerinden olan bu ve bu gibi işler vatandaşa birer lütufmuşçasına boy boy reklam panolarında sunularak vatandaşın gözünün boyanması… vatandaşı enayi yerine koymak… Yapmayın efendiler…
Cahit Sıtkı Tarancı ne diyor, "Neylersin, ölüm herkesin başında" Büyük hesap Alem-i Bekada…
İkbal için kan ter içinde ismini dağlara taşlara yazdırmak değil, yüreklere kazımak önemli olan. Yüreklere… Bilmem anlatabildim mi. Anlayana...
(Hz. Ömer ve “Cübbenin hesabı” başka bir yazıda İnşallah)
Selam ve Dua İle…
Şiirin tamamını merak edenlere:
“Kocakarı İle Ömer”
Üstâd-ı necîbim Ali Ekrem Bey’e
Yok ya Abbâs’ı bilmeyen, kimdi? ...
O sahâbîyi dinleyin şimdi:
“Bir karanlık geceydi pek de ayaz...”
İbni Hattâb’ı görmek üzre biraz,
Çıktım evden ki yollar ıpıssız.
Yolcu bir benmişim meğer yalnız!
Aradan geçmemişti çok da zaman,
Az ilerden yavaşça oldu iyan,
Zulmetin sînesinde ukde gibi,
Ansızın bir müheykel a’râbî!
Bembeyaz bir ridâ içinde garîb,
Geliyor muttasıl mehîb mehîb.
Ben sokuldum, o geldi, yaklaştık;
Durmadan karşıdan selâmlaştık.
Düşünürken selâm alan sesini,
O heyûlâ uzandı tuttu beni:
Bir de baktım, Ömer değil mi imiş!
— Yâ Ömer! Böyle geç zaman, bu ne iş?
— Şu mahallâtı devre çıkmıştım.
Gel beraber, benimle, üç beş adım.
* * *
Ne sadâ var, ne bir yürür bîdâr;
Uhrevî bir sükûn içinde civâr.
Ömer olmuş gezer, sıyânet-i Hak...
Şu yatan beldenin huzûruna bak!
O semâlar kadar yücelmiş alın,
Çakarak sînesinden âfâkın,
Bir zaman sönmeyen nigâhıyle,
Necm-i sâhirde sanki bir hâle!
Duruyor her evin önünde Ömer,
Dinliyor, bî-haber içerdekiler.
Geçmedik en harâb bir yapıyı.
Yokladık sağlı sollu her kapıyı.
Geldik artık Medîne hâricine;
Bir çadır gördü, durdu kaldı yine.
* * *
Ocak başında oturmuş bir ihtiyarca kadın.
“Açız! Açız!” diye feryâd eden çocuklarının,
Karıştırıp duruyorken pişen nevâlesini;
Çıkardı yuttuğu yaşlarda çırpınan sesini:
— Durundu yavrularım, işte şimdicek pişecek...
Fakat ne hâl ise bir türlü pişmiyordu yemek!
Çocukların yeniden başlamıştı nâleleri...
Selâmı verdi Ömer, daldı âkıbet içeri.
Selâmı aldı kadın pek beşûş bir yüzle.
— Bu yavrular niçin, ey teyze, ağlıyor, söyle?
— Bugün ikinci gün, aç kaldılar...
— O halde, neden
Biraz yemek komuyorsun?
— Yemek mi? Çömleği sen,
Tirid mi zannediyorsun? İçinde sâde su var;
Çakıl taşıyla beraber bütün zaman kaynar!
Ne çâre! Belki susarlar, dedim. Ayıplamayın.
— Peki! Senin kocan, oğlun, ya kardeşin, ya dayın...
Tek erkeğin de mi yok?
— Hepsi öldü... Kimsem yok.
— Senin midir bu küçükler?
— Torunlarım.
— Ne de çok!
Adam Emîr’e gidip söylemez mi hâlini?
— Ah!
Emîr’e öyle mi? Kahretsin an-karîb Allah!
Yakında râyet-i ikbâli ser-nigûn olsun...
Ömer, belâsını dünyâda isterim bulsun!
— Ne yaptı, teyze, Ömer böyle inkisâr edecek?
— Ya ben yetîm avuturken, Emîr uyur mu gerek?
Raiyyetiz, ona bizler vedîatu’llâhız;
Gelip de bir aramak yok mu?
— Haklısın, yalnız,
Zavallının işi pek çok, zaman bulup gelemez;
Gidip de söylememişsen ne haldesin bilemez.
— Niçin hilâfeti vaktiyle eylemişti kabûl?
Sonunda böyle çürük özrü kim sayar makbûl?
Zavallının işi çokmuş! ... Nedir, muhârebe mi?
İşitme sen de civârında inleyen elemi,
Medîne halkını üryan bırak, Mısır’da dolaş...
Gazâ! Gazâ! diye git soy cihânı, gel paylaş!
Çocukların bu sefer yükselince feryâdı,
Kadın tehevvürü artık cünûna vardırdı:
— Şu nevhalar ki çıkar tâ bulutların içine;
Ömer! Savâik-ı tel’în olur, iner tepene!
Yetîmin âhını yağmur duâsı zannetme!
O sayha ra’d-ı kazâdır ki gönderir ademe!
“Açız! Açız! Bize bir lokma olsun ekmek ver...”
“Susundu yavrularım, işte oldu, şimdi pişer! “
Gidip de söyleyeyim hâ? ... Dilencilik yapamam!
Ömer de kim! Benim ondan kerîm adamdı babam.
Ölür de yüz suyu dökmem sizin halîfenize! ...
Ömer vuruldu bu son sözle...
— Haklısın teyze!
Avut çocukları, ben şimdicek gider gelirim.
* * *
Halîfe önde, bitik, suçlu, münfa’il, nâdim;
Ben arkasında, perîşan, çadırdan ayrıldık.
Sabâha karşı biraz başlamıştı aydınlık.
Köyün köpekleri ejder misâli saldırıyor,
Bırakmıyor bizi yoldan, fakat kim aldırıyor!
Medîne’nin dalarak münhanî sokaklarına;
Dönüp dönüp hele geldik zahîre anbarına.
Halîfe girdi açıp, ben de girdim emriyle.
Arandı her yeri bir mum yakıp ale’l-acele.
— Şu tek çuval unu gördün ya! Haydi yükle bana;
Bu testi yağ doludur, elverir o yük de sana.
Çuval Halîfe’de, yağ bende, çıktık anbardan;
Kilitleyip geri döndük deminki yollardan.
Mesâfe, baktım, uzun; yük yaman; Ömer yaralı;
Dedim ki:
— Ben götüreydim... Verir misin çuvalı?
— Hayır, yorulsa değil, ölse yardım etme sakın:
Vebâli kendine âiddir İbni Hattâb’ın.
Kadın ne söyledi, Abbas, işitmedin mi demin?
Yarın, huzûr-i İlâhî’de, kimseler, Ömer’in
Şerîk-i haybeti olmaz, bugünlük olsa bile;
Evet, hilâfeti yüklenmeyeydi vaktiyle.
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i İlâhî sorar Ömer’den onu!
Bir ihtiyar karı bî-kes kalır, Ömer mes’ûl!
Yetîmi girye-i hüsrân alır, Ömer mes’ûl!
Bir âşiyân-ı sefâlet bakılmayıp göçse:
Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!
Zemîne gadr ile bir damla kan dökünce biri:
O damla bir koca girdâb olur boğar Ömer’i!
Ömer duyulmada her kalbin inkisârından;
Ömer koğulmada her mâtemin civârından!
Ömer halîfe iken başka kim çıkar mes’ûl?
Ömer ne yapsın, İlâhî, beşer zalûm ü cehûl!
Ömer’den isteniyor beklenen Muhammed’den...
Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu bârı sırtına sen?
— Sen almasan acaba kim gelip de senden iyi,
İdâre eyleyecek düştüğün bu ma’rekeyi?
Evet, adâleti «mutlak» hayâl edersen eğer,
Ömer değil ya ne olsan bırak ki hepsi heder!
Beşer adâleti «mutlak» tahayyül eylerse,
Görür ümîdini mahkûm her zaman ye’se.
Sen ey Ömer, ne meleksin, ne bir emîr-i zalûm...
Fakat elinde ne var? Fıtraten beşer mazlûm!
Görür bürûc-i semânın bütün sitâreleri,
Zalâm içinde, yük altında inleyen Ömer’i!
Huzûr-i Hakk’a çıkarken bu unlu cebhenle,
Değil zemîni, getir şâhid âsümânı bile!
— Uzak mı yol? Daha çok var mı?
— Ancak üç beş adım.
Mecâli kalmamış artık zavallının... Baktım:
Olanca azmini cebr eyleyip, nefes nefese;
Yavaş yavaş yürüyor. Geldi bin belâ ne ise!
Sokuldu haymeye, indirdi arkasından unu:
— Bırak da testiyi yerleştirin kenâra şunu.
Hemen çakılları çömlekten indirip attı;
Uzandı testiye, yağ koydu, sonra un kattı.
Oturmak istedi, lâkin belâya bak ki: Ocak,
Hemen sönüp gidecek...
— Teyze, yok mu hiç yakacak?
Kadın getirdi beş on parça yaş diken Ömer’e;
Ömer de yakmak için büsbütün serildi yere.
Ocak tüter, Ömer üfler zefîr-i hârıyle;
Zemîni lihye-i beyzâ-yı târumârıyle,
Sücûd tavr-ı huşû’unda, muttasıl süpürür;
İçinde rûhu yanar, cebhesinde ter köpürür!
Döner muhît-i nigâhında tûde tûde duman;
Bulut geçer gibi necmin hıyât-ı nûrundan!
Ocak tutuştu, yemek pişti;
— Var mı teyze kabın?
Getir de indirelim...
— Var büyükçe bir kap alın.
Yemek sıcaktı, fakat kim durup da bekleyecek!
Ömer, çocuklara bir bir yedirdi üfleyerek.
Kesildi haymede mâtem, uyandı rûh-i sürûr;
Çocuklar oynaşıyorlar, kadın ferîh ü fahûr.
Ömer bu âlemi gördükçe gaşy içindeydi...
Dedim:
— Sabâh oluyor kalkalım...
— Evet, haydi!
Yarın Emâret’e gel teyze, öğleyin beni bul;
Emîr’e söyleriz, elbette hayr olur me’mûl.
* * *
Yüzü gülmüştü teyzenin, baktık,
Biz de çıktık vedâ edip artık.
Hiç görünmeksizin gelip geçene,
Doğru indik Halîfe’nin evine.
«Şimdi nerdeyse gün doğar, kalıver»
Diye, koyvermiyordu, çünkü, Ömer.
Etti az sonra subh-i velveledâr
Uyuyan şehri kâmilen bîdâr.
Öğle geçmişti, çıktı geldi kadın.
— Gâlibâ teyze uykusuz kaldın!
İşte bağlanmak üzredir nafakan,
Alacaksın her ay gelip buradan.
Şimdi afveyledin, değil mi beni?
— Böyle göster fakat adâletini.
Mehmet Akif Ersoy